Karşılaşma
- Doga Tiryaki
- 3 Haz 2023
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 4 Haz 2023
Üşüyorum... Bu o kadar derinden gelen bir his ki gerçek mi yoksa rüyada mıyım ayırt edemiyorum. Sersemlemiş ve soğuktan kaskatı kesilmiş bir halde yerde uzanıyorum. Yavaş yavaş ayılırken nefes almaktan kurumuş boğazımı hissediyorum. Tamamen tıkanmış burnum yüzünden sadece ağzımdan nefes alabiliyorum. Biraz olsun boğazımı ıslatmak için zorla yutkunurken ağzımdaki kan tadı ayılmamı sağlıyor. Kafamın içinde “Ayağa kalk! Kaç buradan!” diyen iç sesim bana bağırıyor.
Gözlerimi açtığımda kendimi ıslak mermer zeminde, önemsiz bir eşya gibi kenara fırlatılmış buluyorum. Önümde uzanan yüksek tavanlı koridorun bir yanı yonca şeklinde pencerelerle kaplı, bu manzara bana 17. yüzyıldan kalma eski bir katedral çağrışımı yapıyor. Karanlığın içinde tozlu ve ağır havayı kılıç gibi kesen tek ışık bu pencerelerden içeri süzülüyor. Doğrulmaya çalışırken sırtım ve bacaklarımdaki acıyla titriyorum.
Başıma ne geldiğini hatırlamaya çalışıyorum...
Bir parti ve orada tanıştığım bir adam gözlerimin önüne geliyor. Yakın arkadaşlarımdan biri şehirden oldukça uzakta bulunan yazlık evinde, pek çok farklı kesimden ilginç diyebileceğimiz insanları ve bir de beni davet ettiği bir eğlence düzenlemişti. İş sonrası sadece biraz eğlence aradığım için bu partiye katılmayı kabul etmiştim. Tanıştığım bu adam da muhtemelen birilerinin arkadaşıydı. Gerçek bir beyefendi olduğunu söyleyebilirim ve yakışıklı bir adam... Neden bu adama odaklandım? Şuanda bu hatırladıklarımın bana hiçbir bir faydası yok. Öncelikle buradan çıkmalıyım.
Etrafıma bakıyorum. Yeni sayılabilecek, eski mermer duvara hiç de uygun olmayan, metal ve ağır sürgülerle kitlenmiş bir kapı görüyorum. Kapı içeriden kitlendiğine göre burada yalnız değilim. Aceleyle telefonumu kontrol ediyorum ama çoktan ıslanmış ve artık çalışmıyor. Biliyorum ki sabaha kadar kimse beni aramaz. Temkinli ve sessiz adımlarla yürümeye başlıyorum. Tehlikeyi hissedebiliyorum, bu yüzden biraz daha güvende kalmak adına yanımdaki duvara yaslanarak ilerliyorum.

İkinci adımımı attığım anda adımı seslenen bir fısıltı duyuyorum. Korkudan tüylerim diken diken oluyor, bir yandanda ses bana tanıdık geliyor ve aklım yeniden partide tanıştığım adama kayıyor! Kulağıma fısıldamak için eğildiğini hatırlıyorum, dudaklarını boynumda hissediyorum ve o anın büyüsüne kapılıyorum. İçim titriyor. Acaba adımı seslenen de o mu? Peki parti tam olarak ne zaman bitmişti? Sorularımın yanıtını bu kafayla bulamasam da içgüdülerime güveniyorum. Diğer yandan burnum ağrımaya ve zonklamaya başlıyor. Nazikçe dokunmaya çalıştığımda burun kemiğimde bir terslik olduğunu ve şişkinliği hissedebiliyorum. Şuanda burnumla ilgilenmek için hiç doğru bir zaman değil, bekleyebilir.
Bir adım daha atıyorum. Vaktimin daraldığını hissedebiliyorum! Bir adım daha...
Koridorun sonunda yonca şeklindeki pencereler bitiyor, karanlık iyice artmaya başlıyor. Görünmez bir yerlerden fısıltıya benzer uğursuz sesler geliyor. Ancak çıkışı bulmak için adım atmaya devam etmem gerektiğini biliyorum. Bir taraftan da karanlığın içindeki şekilleri algılamaya çalışıyorum, iç sesim bana burada birilerinin olduğunu söylüyor. Artık geri dönemem ya da olası bir durumda dövüşemem de. Saldırmayı bile bilmiyorum! Kahretsin! Burada acı çekerek öleceğim! Ben sadece teknoloji firmasında çalışan basit bir beyaz yakayım. Kafamda pek çok düşünce var ve hiçbiri ne rahatlamama ne de durumu açıklayabilmeme yardımcı oluyor. Daha fazla tutamadığım gözyaşlarım hem gözlerimi hem de kırılan burnumu yakmaya başlıyor.
Beynim soruların en büyüğüne yanıt bulmaya çalışırken anılarım teker teker geri gelmeye devam ediyor. “Neredeyim ben?” Birkaç insanla beraber bir arabada olduğumu hatırlıyorum. Sürücü koltuğundaki adam bizi ormanlık bir yolda hiçliğin ortasına doğru götürüyor. Konuşmak için fazla sarhoşum. Yanımdakilerden biri adama zar zor bizi nereye götürdüğünü soruyor ancak yanıt olarak sadece bir gülümseme görüyorum. Kısa bir süre sonra ise üçü birden uykuya dalıyor. Ben hariç! İlaçla uyutulduklarına eminim. Belli ki ben yanlış içkiyi içtim. Sürücü koltuğundaki adam benim de bayılmamı bekliyordu. Bu nedenle vardığımızda beni ayık görünce sinirlendi ve burnuma taş gibi sert bir yumruk indirdi. İşte o zaman bayıldım ve tabi ki burnum kırıldı. Bu durumda hala tehlikedeyim ama hayattayım. Şimdilik!
Bir adım daha atıyorum. Zaman daralıyor...
Koridorun sonuna yaklaştıkça havadaki nem artıyor. Birkaç adım sonrasında artık tamamen karanlığın içindeyim. Gözlerim alışana, en azından gölgeleri seçebilene dek bir süre bekliyorum. Bekleyişimin sonunda benden birkaç adım uzaklıkta silüetler beliriyor, yüzleri birbirine dönük, durmaksızın sallanan ve pelerin giymiş 3 varlığın bir şeyler mırıldandıklarını fark ediyorum. Sanki bir dua, tekrar eden bir nakarat gibi. Korkunun vücudumda ve bacaklarımda yarattığı etkiyi hissedebiliyorum. Nereye gittiğime bile bakmaksızın koşmaya başlıyorum, bir antilop gibi hızlı ve olabildiğince hafif adımlarla! İçimden çığlıklar atarken asla ardıma bakmıyorum.
Önce seraya benzeyen camdan bir odanın yanından geçiyorum. İçeride dikdörtgen masalar ve etrafta pek çok çiçek saksısı var. Onun yanından farklı bir koridora dönüyorum, burası daha da karanlık ve boylu boyunca büyük, sarayı andıran kapılarla dolu. Kırık burnum sebebiyle emin olamasam da çürümüş et kokusunu alabiliyorum. Hızlı hızlı ağzımdan nefes almaya devam ediyorum, yüzüm soğuktan donmuş durumda.
Ben yanlarından koşarak geçerken arkamda kalan kapılardan birinin kapandığını duyuyorum. Hala beni gözetleyen birilerinin varlığını hissedebiliyorum. O anda gözlerimin önünde bir surat beliriyor, maskulen ve sert hatlara sahip. Gözleri ve saçları kapkara. Pürüzsüz ve çekici teni soluk... Aynı partide tanıştığım adama benziyor. Sanki biri düşüncelerimi kontrol altına almış ve hayaliyle görüşümü engelliyor. Adamın yüzünü bir türlü zihnimden uzaklaştıramıyorum. Arkadaşımın yazlık evindeyiz. Yüzüme dokunuyor, elimi tutuyor ve birlikte sahilde yürüyoruz. Soğuk kumlar ayaklarıma değdikçe içim titriyor. Birşeyler yanlış gidiyor ama ben çoktan onun cazibesine kapılmış durumdayım, onu takip etmeye programlanmış gibi...
Yeniden bana sesleniyor. “Hala çok geç değil Bess.” Bu ses beni kendime getiriyor ve hayalden uyanarak önümde uzanan karanlık koridoru görüyorum. Fakat bu sefer yukarıdan! Bir adım daha atmaya çalıştığımda ayaklarımın altında yer kayboluyor, havada süzüldüğümü fark ediyorum. Herhangi bir ip veya beni yukarıda tutan farklı bir şey yok. Paniklemeye başlayınca beni yukarıda tutan güç yavaşça aşağı ayaklarımın üzerine geri bırakıyor. Ardından biraz ötemde bir gıcırtı sesi duyuyorum. Bu sesle birlikte önümde uzanan devasa salonu, diğer tarafında açılan kapıların arasından süzülen ışık sayesinde görüyorum. Kapıların ardında dolunay geniş bahçeyi aydınlatıyor, işte özgürlük! Bir kez daha kendimi toparlıyorum ve salona giriyorum. Etrafı incelemeye bir nefes bile ayırmıyorum, sadece adımlarımı sıklaştırıyorum. Karşımda duran kapılara odaklanmaya çalışıyorum. Tavandan sarkan büyük kristal avizeleri, tozdan kararmış büyük aynaları ve üstü çarşafla örtülmüş bir dolu mobilyayı görmezden gelmek neredeyse imkansız. Hayır, buraya kadar olmamalı ve kurtulmalıyım! Birkaç adım daha!
“Devam et Bess!” sesi yeniden duyuyorum. Fakat bu sefer sadece kafamın içinde. Sesi beni daha hızlı yürümeye itiyor ve kendimi bahçenin girişindeki merdivenlerde buluyorum. Bahçe gerçekten göz alabildiğine geniş ve kocaman açmış kırmızı güllerle kaplı. Burası adeta kırmızı, minyatür bir orman gibi. Güllerin arasında taştan bir yol uzanıyor ve bitiminde kıvrıldığı için sonunu göremiyorum. Muhtemelen yol orada da son bulmuyor. Pek fazla seçeneğim olmadığı için ilerlemeye devam edeceğim.

Güvenli bir şekilde sağa dönünce yol ayrımına kadar biraz daha devam ediyorum. Bu sefer soldaki yola sapmayı tercih edeceğim, sağdaki yol katedrale geri gidiyor! Her yer kırmızı güllerle kaplı, ay ışığı yolumu aydınlatıyor ve tek duyduğum ses ara sıra yaprakların arasından esen rüzgar. Buraya sadece gezmek için gelmiş olsaydım, dolunayın altında manzara aslında büyüleyici bile sayılabilir...
Yol başka bir sapağa bağlanıyor ve büyük bahçenin merkezine varıyorum. Tam ortada 17. yüzyılı andıran kıyafetleriyle zamanla çamur kaplanmış bir adamın heykeli duruyor. Heykelin etrafında farklı yönlere giden 4 tane yol var. Harika! Bu görüntü kafamda teklike çanlarının çalmasına neden oluyor ve olabildiğince hızlı karar vermeye çalışıyorum.
Bu sırada sesi yeniden duyuyorum. “Merhaba Bess.” Adeta tüm vücudumun titrediğini fark ediyorum. Sesin sahibini ararken onu heykelin gölgesinde görüyorum. Bana yırtıcı gözlerle bakıyor ve yavaş yavaş yaklaşıyor. Kafamda oradan hızla kaçmak üzere plan yaparken gireceğim yola karar vermeye çalışıyorum. O ise bana sadece sinsi bir gülümsemeyle bakıyor ve gittikçe yaklaşıyor. Gözlerini gözlerimden bir saniye bile ayırmıyor. Kalp atışlarım öyle hızlı ve güçlü ki sanki sesi kafamın içindeki her şeyi susturuyor. Düşüncelerim sessizleşiyor. Bu sessizlik tüm kaygılarımı, korkularımı ve acımı siliyor. Sanki her şey çok normalmiş gibi, sanki bir arkadaşımla karşılaşmışım gibi.
Sonunda saçlarıma dokunuyor ve nazik bir hareketle kulağımın arkasına koyuyor. “Sen vahşi bir gül gibi çok güzelsin Bess. Buradan veya benden korkmadığını biliyorum. Sen hem hoş hem de güçlü bir kadınsın.” Bakışları ve sözleri beni yeniden etkisi altına alıyor. Adeta onun bahsettiği korkusuz kadına dönüşüyorum. Uyku halinde gibiyim ama içten içe korkumu duyumsayabiliyorum, vücudum hala bir terslik olduğunu biliyor.
“Bess, yapma lütfen.” Bunu söylerken sanki bir çocuğu tembihlercesine iki kolumdan birden tutarak bana bakıyor. “Sakin olmalısın.” Gözlerimi ondan ayıramıyorum. Sanki farklı bir seçeneğim varmış gibi... Üzerinde partide giydiği kıyafetler var, karanlık ve aristokrat. Hatırladığımdan daha uzun boylu ve genç görünüyor. Kırık burnum sayesinde kendimi koruyabilsem de teninden yayılan tatlı koku her nefesimde boğazımı yakıyor.
“Buraya kadar gelmeyi başardın, benim muhteşem gül bahçeme. Biliyor musun? Burada bulunan her bir gül birilerine atfen dikildi.” Bunun gerçek bir soru olmadığını biliyorum. O ise eserinden gurur duyar gibi etrafına bakıyor. “Elbette arkadaşlarının adına da birer gül dikeceğiz.” Keskin bir bakışla aniden bana dönüyor. “Sen Bess... Bir zamanlar tanıştığım bir kadını hatırlatıyorsun bana. Güçlü, cesur ve bu heykele ulaşmayı başaran... Bu beni o kadar etkileşmişti ki ona bir hediye vermeye karar vermiştim.” Bu anısından bahsederken gözlerimin içine bakıyor ve onu hayalkırıklığına uğratmanın ne kadar kolay olabileceğini anlıyorum. “Çok mutluydu Bess. Başlarda bir çocuk gibi meraklı ve yeni deneyimlere çok açıktı. Fakat sonra değişti...” Yüzüne üzgün bir ifade oturuyor, hayalkırıklığı da denebilir. Ona karşı hissettiğim duygular çok ilginç çünkü yaşadığı şeyi benliğimde hissedebiliyorum ve adeta kalbim kırılıyor. Hatta içten içe bu kadına duyduğu aşkı kıskanıyorum. Kafamın içinde bu durum hem çılgınca hem de bir o kadar normal geliyor. Sanırım normal anlayışım çoktan değişti...
Bütün hikayeyi dinlemek istiyorum ve dayanamayarak soruyorum. “Neden?” Bu soru karşısında donup kalıyor. “Sana anlatmak istiyorum Bess. Sana tüm hikayelerimi ve maceralarımı anlatmak istiyorum fakat bu çok vakit alır. Bunun için benimle kalman gerekiyor. Benimle kalacak mısın Bess?”
Ondan uzak olmak fikri dayanılmaz bir acı gibi. Cevabım hızlı ve teslimiyetimi vurgular biçimde dudaklarımdan dökülüyor. “Evet.” Bunun üzerine başımı ellerinin arasına alıyor. Ben onu öpmek üzere hazırlanırken o bana doğru eğilerek yavaşça dişlerini boynuma saplıyor. Acı yok. Vücuduma yayılan zehir adeta bana zevk veriyor ve kendimi kollarına bırakıyorum.
O benim kanımla susuzluğunu giderirken ben gökyüzünde parlayan dolunayı izliyorum. Görüşüm gittikçe kararıyor ve bir süre sonra karanlık her yanı kaplıyor.
Güçlü bir koku duyarak uyanıyorum. Koku bende susuzluk ve yırtıcı bir hayvan gibi amansız bir öfke hali yaratıyor. Dövüşebileceğimi ve gücümü fark ediyorum. Gözlerimi açmaya karar verince kendimi mermer duvarları olan ve antika mobilyalı bir odada buluyorum. Sanırım kaçmayı başaramadım... Bu durum beni korkutmak yerine içimdeki merak duygusunu tetikliyor. Kapkaranlık odada etrafımdaki her şeyi rahatlıkla görebiliyorum ve binanın çeşitli noktalarından yayılan kokuları duyumsayabiliyorum. Güllerin kokusu, toz ve kan! Bu durum bana burnumun kırıldığını hatırlatıyor ve nazikçe kontrol ettiğimde iyileştiğini ve eskisinden iyi durumda olduğunu fark ediyorum. Ne zamandan beri uyuyordum?
Yataktan kalkarak tozlu aynalardan birinin karşısına geçiyorum ve kendime bakıyorum. Elbiselerim kan içinde. Hatırlamaya başlıyorum. Bana anlattığı hikayeyi ve kanımla susuzluğunu nasıl giderdiğini anımsıyorum. Bu hatıra bana kendi susuzluğumu fark ettiriyor ve içinde bulunduğum katedralde kanayan bir şeylerin kokusunu duyumsuyorum. Derin bir nefes alarak kokuyu içime çekiyorum ve içimdeki hayvansal dürtüler tetikleniyor. Daha fazla sabredemeyerek kapıya doğru yöneliyorum. Bana hediye ettiği bu yeni dünya için, benim olan bu yeni yaşam için artık hazırım...
Comments