top of page

Kara Delik

  • Yazarın fotoğrafı: Doga Tiryaki
    Doga Tiryaki
  • 19 May 2024
  • 15 dakikada okunur

İnsanlık gelişen teknolojisi sayesinde tarihinin gelmiş geçmiş en ilginç uzay olaylarına şahitlik ediyordu. Güneş patlamaları, meteor yağmurları, yeni gezegen keşifleri ve kara delikler. Maalesef görebildiğinin ötesini anlamlandırmakta zorlananlar için bu tipte haberler çoğunlukla bir bilim kurgu film fragmanından farksızdı.


Yine de akşam kuşağı haberlerine girmeyi başaran bir kara delik olayı kısa süre de olsa herkesi biraz tedirgin etmeyi başardı. Hakkında kısmi bilgiye sahibi oldukları bir uzay cismi dünyaya yaklaşıyordu! Elektronik cihazlarınız etkilenebilir veya internet bağlantısı kopabilir gibi kaygı uyandıran birkaç uyarı yapan spiker, astrologları ve birkaç bilim insanını harekete geçirmeyi başardı. Ardından gündemi savaş ve politika gibi insanların yakından takip ettiği konulara çevirdi.

​​​​​​

Seda iş seyahati için gittiği Avustralya’dan dönerken, bu bilinmezliklerle dolu uzay cismi dünyaya en yakın konumundaydı. Konudan haberi olduğu pek söylenemezdi, zaten olsaydı da milyonlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan bir kara delik yüzünden seyahatini ertelemezdi. O da diğer yolcular gibi vaktini farklı kaygılarına odaklanarak geçiriyordu. Dünyanın tam ortasında, gün batarken gökyüzünde uçan küçücük bir noktaydı aslında.


Business class ikramı olarak hostes ona bir kadeh viski getirdi. Beyaz yaka yaşantısının tüm nimetlerinden yararlanıyordu. İçkisini içerken hızlıca uyumak için ilaç aldı, kulaklıklarını takıp “Romantik Fransız” listesinden bir şarkı açtı ve camdan bulutları izlemeye koyuldu. Bir süre sonra pilot yoğun türbülans sebebiyle anons yaparak herkesi oturması konusunda uyardı. Sarsıntı başladığında Seda uykuya dalmıştı ve önünde tam 15 saatlik bir yolculuk vardı.


Gözlerini açtığında kendini muhteşem bir obruğun içinde buldu. Tepesindeki geniş delikten güneş derin oyuğun dibindeki cam gibi berrak gölü aydınlatıyor, deliğin tepesinden sarkan sarmaşıklarda kuşlar geziniyordu. Kulağındaki müzik fonda hala yankılanıyordu.


Yalnızdı… Yüzmeyi özlemişti, soyundu ve suya girdi. Serin, berrak ve huzurluydu. Güneş gözlerini kamaştırırken uzandı, ellerini suyun içinde gezdirdi ve yoğunluğunu hissetti. Bir rüyadaydı biliyordu ancak yine de fazlasıyla gerçekti. Suyun kulaklarındaki sesi, kuşların cıvıltıları, güneşin sıcaklığı… Parmaklarının arasına yosun benzeri yumuşak bir yaprak dolanınca panikle dönüp arkasına baktı ve gölün diğer kıyısına vardığını fark etti.


Burası karanlık ve nemli bir mağarayı andırıyordu. Yavaşça sudan çıktı, siyah kumla kaplı küçük kıyıda birkaç adım ilerledi. Obruğu çevreleyen kayadan duvarların dibinde kandil çiçeğini andıran eflatun bitkiler vardı. Yansıyan ışığın altında neredeyse parlıyorlardı. Çiçeklere yakından bakmak için eğilince kayaların arasında uzanmış birini gördü, yüzü aynı kendininkine benziyordu. Belli ki çok derin bir uykudaydı. Alnının ortasına gömülmüş kırmızı kristalden bir taş vardı. Merakla uzandı ve parmaklarını taşın üzerinde gezdirdi.


Bu dokunuş zihninde onu karanlığa iten büyük bir patlamaya sebep oldu. Gökyüzüne doğru vakumlandığını hissetti. Bulutları ve maviliği aştı. Bir örtüyü delip geçer gibi görünmez bir kılıftan dışarı fırladı. Sonsuz boşluğa doğru sürüklenirken yıldızları ve güneşi gördü. Bir kuvvet tarafından boşluğun içine doğru çekiyordu. Hızla ilerliyordu ancak mesafeleri kat ettiğini hissedemiyordu. Belki saatlerce bu şekilde sürüklenmeye devam etti. Yanından sessizce akıp giden gezegenleri, meteorları ve başka güneş sistemlerini izledi. Sonunda ufukta onun karanlık gözünü gördü. Siyahtan daha karanlık merkezinin etrafında ateş rengi bir halka ve yörüngesinde neredeyse sonu olmayan ışıktan bir çizgi vardı. Etrafındaki her şey gücünün baskısı altında şekil değiştiriyor ve birbirine karışan boyalar gibi eriyerek kayboluyordu. Karadelik onu yutarken bir ışık yayıldı ve vücudunda sessiz dalgalanmalar hissetti. Bir tünelin içindeydi, sanki dev karadelik küçülmüş, onun algılayabileceği bir boyuta gelmişti. Etrafını kaplayan duvarlar petek şeklinde odacıklara bölünmüştü. Her odacıkta bir sahne vardı fakat öylesine hızla akıyorlardı ki, ne gördüğünü bir türlü seçemiyordu. Sonunda cesaret ederek bir tanesine elini uzattı.


 

Uçaktan inmiş, eve varmış ve dinlenmek üzere koltuğuna uzanıyordu. Rüya gibiydi ancak bir o kadar da gerçekti. Panjurların arasından sızan öğlen güneşi, tavan pervanesinden yayılan serinlik, duştan yeni çıkmış saçlarının kokusu… Neyse ki bir an önce eve varmayı başarmıştı. Gözleri kapadığı anda düşmeye başladığını hissetti. Bir süre karanlığın içinde kaldı.


Gözlerini açtığında büyük, bembeyaz, mermer kaplı duvarları olan bir salondaydı. Belki de mermer değildi, taşa benzer sert bir maddeydi. Sesler… Salonda bir uğultu vardı, etrafına bakınca yüzlerce insan gördü. Hepsi aynı gri renkte, üzerinde altın işlemeler olan cüppeler giymişti. Dikkatle bakınca insana benzeyen başka varlıklar olduklarını fark etti, daha uzun, daha gri ve daha cinsiyetsizdiler. Yine de hangisi kadın hangisi erkek söyleyebilirdi. O bunları düşünürken biri kulağına eğildi ve “Bu yaptığın doğru değil. Neden buradasın?” diye sordu. İrkilerek adama dönüp baktı. Yanıt alamayan yaşlı adam onu kolundan tuttuğu gibi salonun arkasına, uzun sütunların arasına, kalabalıktan uzağa çekti “Buraya nasıl geldin?” diye sordu. Bu iletişim Seda için beklenmedik olmuştu. Gerçek miydi? “Bilmiyorum.” dedi. Bunun üzerine duruma oldukça canı sıkılan ve muhtemelen kendisini tanıyan bu adam “Kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sordu. Elbette hatırlıyordu! Yine de kendini bildiği benliğinden çok uzakta hissediyordu. Adam durumu sindirmek istercesine gözlerini bir süre kapayarak durdu. Sonra da “Sana pek çok açıklama yapabilirim ama buna kesinlikle vaktimiz yok. Bulunduğun evrende zaman bu evrene göre daha hızlı akıyor olabilir. Geri dönmen lazım ve bir daha buraya gelmemen lazım.” Seda ilk kez rüya ve gerçek arasında bir yerde olduğunu duyumsadı. Uçakta mıydı? Yoksa evde serin koltuğuna uzanmış rüya mı görüyordu?


Ne diyeceğini bilemeyen Seda düşünürken yaşlı adam onu kolundan tutarak salonu çevreleyen devasa yükseklikte kapılardan birine götürdü. Kapının ardında uzun bir koridor ve sonunda yine dev gibi büyük bir pencere vardı. Pencerenin boşluğu ardında uzanan şehri görebiliyordu. Gri ve sarı tonlarında ağacı andıran dev bitkilerin arasında mermer binalar yükseliyordu. Ufuk çizgisi dünyaya kıyasla çok daha yakındı. Gökyüzü yerinde her şeyi içine alan camdan dev bir kabuk vardı. Adeta yapay bir gezegene benziyordu. Aşağı bakınca içinde bulunduğu mermer kulenin yeryüzüne inen duvarlarını gördü ve ürperdi.  Ağaçların bittiği yerde neredeyse bulutlar vardı. Adam onu kollarından sarstı, gözlerine baktı ve sakince “Gitmek zorundasın.” Dedi. Seda daha ne olduğunu anlayamadan güçlü bir darbe ile aşağı düşmeye başladı. Çığlık atmıştı ancak sesinin çıktığına pek emin değildi. Düşme anı fazlasıyla gerçekti.


Ani bir basınçla sıkıştığını, küçüldüğünü hatta neredeyse esneyerek form değiştirdiğini hissetti. Sonra vücudundan geçen ince bir elektrik akımı ile titredi ve kendine geldi. Zaman tüneline geri dönmüş ve sahneler arasında yeniden sürüklenmeye başlamıştı. Eski hatıraları geride kalmış, şimdi henüz yaşanmamış bir zaman diliminde yolculuk yapıyordu.


İş yerinde sinir krizi geçirdiğini gördü. Uyumak için uyku ilacı alıyordu. Rüyaları yüzünden akıl sağlığını kaybetme noktasına gelmişti. Kimseye anlatamıyordu, annesine yalan söylüyor ve arkadaşlarıyla da bir süredir görüşmüyordu. Sık sık yaşadığı baş ağrıları yüzünden günleri sersem gibi geçmeye başlamıştı. Hayat onun için gittikçe zorlaşıyordu.


Sosyal medyada konuşma yapan bir takım din temsilcileri vardı. Yeni bir dönemin başlangıcından bahsediliyordu. Sonra fizik profesörü olduğunu söyleyen genç bir adamın videosuna rastladı. Bu adam kara deliğin insanları nasıl etkilediğinden bahsediyordu. Travmatize olan, deliren veya sonsuz uykuya dalan insanlardan... Ancak nadir de olsa daha farklı seviyelerde bilinç aşamasına geçmeyi başaran insanlar da olmuştu. Bu insanları bir araya getirmekten bahsediyordu. İlk kez yaşadıklarına bir açıklama bulduğunu düşünüyordu, adama yazdı ve hemen ardından onunla buluştu.


Uzun boylu, soluk tenli ve iri yapılı bir adamdı. Deniz kenarında yürürlerken ona çoklu evrenlerden bahsediyordu, farklı fizik kurallarının geçerli olduğu ve farklı varlıkların yaşadığı evrenlerden. Buluşmaya Seda dışında kimse gelmemişti. Adam Seda’yı uzun uzun dinledikten sonra onu bir bilim adamının evine davet etti ve sorularına daha fazla yanıt bulabileceğini söyledi. Ertesi gün uzun bir araba yolculuğu ardından ihtişamlı büyüklükte, kapılarında hizmetçilerin beklediği, geniş mermer salonları ve uzun koridorları olan bir saraya vardılar.


Duvarlarda yağlı boya resimler, çeşitli dolapların içerisinde sergilenen antika objeler vardı. Koridoru geçerek yemyeşil ve egzotik bitkilerin bulunduğu bir verandaya çıktılar. Yaşlı ve aristokrat giyimli bir adam onları karşıladı. Gülümseyerek elini uzattı. Seda onun soluk mavi gözleri ve samimiyetten uzak ifadesiyle karşılaştığında bir terslik olduğunu hissetti. Bu duyguyla birlikte zaman ağırlaşmaya başladı ve sonra nasıl olduysa bir anda kendini yüksek tavanlı, eski İngiliz tarzında dekore edilmiş bir odada buldu. Az evvel ona gülümseyen yaşlı adamı takip ederek odanın arkasına kısmına geçti. Adam ona dalgalar arasında görkemli bir geminin resmedildiği çerçeveyi işaret ederek anlatmaya başladı. “Bundan yıllar yıllar evvel tüccarlıkla uğraşan bir adam, meşhur gemisi ile dünyanın kıyılarını araştırmaya ve çok değerli objeler toplamaya başlamış. Bu sağlam gemi sayesinde tüccar öyle değerli bilgilere vakıf olmuş ki ölümsüzlüğün anahtarını bulduğu iddia etmiş.” Yaşlı adam aksayarak bir sonraki yağlı boya tabloya geçti. “İşte ünlü tüccarın portresi!” Beyaz tenli, koyu lacivert üniformalı, geniş şapkalı ve yakasında çeşitli çeşit nişan taşıyan bu orta yaşlı adam, aristokrat birine benziyordu. “Bir süre sonra tüccar gezmeyi bıraktı ve bu evi inşa etti. Bulduğu bir obje üzerinde çalışmaya başladı ve onu incelemeye koyuldu.” Bir sonraki tabloya geçerken “Elbette o dönemin bilim ve teknolojisini bugünle kıyaslayamayız ancak, yine de tüccar çok önemli bir kanıt bulmayı başardı.” diye ekledi. Bunu söylerken klasik natürmort bir tabloyu ve çizimde kırmızı parlak resmedilmiş bir taşı işaret ediyordu. “Sonsuz yaşamın anahtarı.”


Seda taşı anımsıyordu. Sadece geçmişi hatırlamaya çalıştıkça zihni bulanıyor ve bulunduğu andan koptuğunu hissetmeye başlıyordu. Yaşlı adamın sesiyle irkildi “Bu sıradan bir taş değil ve tüccarın iddiasına göre bu taşı bulan kişi, sonsuz yaşamın da sırrına erişmiş demektir. İddiasına göre taş sayesinde bir bedene mahkum olmaksızın sonsuz boyutlar arasında yaşayabiliyorsun.”


Yaşlı adam bu hikayenin ardından odanın öbür kandında bulunan, duvarı kaplayan ağır ahşap kütüphaneye yaklaştı ve biblolardan birini kenara koyup gizli bir düğmeye bastı. Kütüphane ancak bir insanın arasından geçebileceği kadar kenara doğru kaydı. Antikaların depolandığı bu özel odanın içinde özel aydınlatmalı bir büfenin önünde durdular. Yaşlı adam ilk rafta tek başına duran koyu renkli bir taşı işaret etti. Taş küçük olmasına rağmen ağırlığı altında kadife yastığı neredeyse eziyordu. “Bu taş tüccara ait. Yazdığına göre bir zamanlar kırmızıymış ve parlıyormuş. Ona boyutlar arası iletişim kurma imkânı sağlıyormuş. Şimdi işlevsiz. Alelade bir taş olmadığını sadece ona dokunduğunda anlıyorsun. Oldukça ağır ve çelik kadar sağlam.” Seda iç güdülerinin harekete geçtiğini hissedebiliyordu. Bu adamla ilgili güvenilmez bir şeyler vardı. Tehlikeli sularda gezdiğini farkındaydı. Korku onu itmeye ve andan uzaklaştırmaya başlarken görüntünün kırılarak çoğaldığını fark etti. Sesler deforme olmaya başladı. Gerisin geriye, bir tünelin içine doğru çekilirken oda uzak bir kareye dönüştü ve etrafı olay silsilelerinin aktığı peteklerle kaplandı. Kafasında bir uğultu oluştu. Sırt üstü düşerken tünelin duvarları kararmaya başladı. Petekler gümüşi ışık çizgilerine dönüşerek akıyordu. Düşünmeye vakit yoktu, geri dönmeliydi. Panikle elini uzattığı anda vakumlanarak çekildiğini hissetti. Kendini karanlık bir odanın içerisinde, çelikten bir sandalyeye bağlanmış halde buldu.


Karşısında şık giyimli, orta yaşlı ve sarışın bir kadın gördü. Fizik profesörü olarak tanıştığı adamın yanında, geniş masada oturmuş önlerindeki ekranlara bakıyorlardı. Sonra adam eline kablo ve tellerden oluşan bir başlık alarak masadan kalktı ve Seda’nın yanına geldi. Neredeyse ona bakmadan başlığı dikkatli hareketlerle kafasına geçirdi.


Kadın da hemen ardından ağır adımlarla yaklaşarak yanındaki sandalyeye oturdu. Elinde gümüşi renkte bir kalem tutuyordu. Uzun tırnakları ile tempo tutarken bir yandan da bekliyordu. Sonunda ses Seda’nın kafasında dev bir saat gibi yankılanmaya başladı ve hemen aradan kadının uzaklardan gelen konuşmasını duydu. “Hipnoz seansı 10, hazırsan başlıyoruz Seda…”


Büyük bir sapanla fırlatılmış gibi savruluyordu. Ses, basınçla birlikte zihninin içine gömüldü ve kayboldu. Karanlık kaybolup bulutların arasından aşağı düşerken yüzüne yağmur damlaları çarpıyordu. Bulutlar bitince altında göz alabildiğine genişlikte bir okyanus ve üzerinde acımasızca kabaran, bazıları belki bir dağın yüksekliğinde köpüren dalgalar gördü. Güçlü bir rüzgar vardı evet ama ona etki etmiyordu. Yer yüzüne yaklaştıkça kalp atışları hızlandı. Sonunda

ışık kayboldu ve kulakları hava yerine suyun derin uğultusu ile kaplandı. Gözlerini açtığında karanlık ve serin okyanusun derinliklerindeydi. Bir süre etrafına bakındı. Nefes alabildiğini fark edince rahatladı. Uzaklardan vurmalı bir enstrüman sesi geliyordu, daha derinlerde büyük ve ağır bir canlının hareketlerini sezdi ve hemen ardından tam arkasında bir varlığın ona hızla yaklaşan titreşimlerini hissetti. Korkuyla uzaklaşmaya karar verince, vücudu onu hızla ileri itti. Bu öylesine ani, öylesine doğal bir hareketti ki, şaşkınlık içinde duraksadı. Ellerine ve ayaklarına yakından bakmak için suyun içinde eğildi. Bildiği uzuvlarının yerinde bir ahtapotun kolları ve bu kolların arasında tülden yelpazeleri andıran perdeler vardı. Bu sırada yanından hızla geçen birkaç canlı gördü ve onların da kendisi gibi ahtapota benzeyen kolları olduğunu fark edince takip etmek üzere ileri atıldı. Suyun karanlığında adeta ateş böceklerini andırıyorlardı, sırt ve omuzlarındaki damarların içinde parlak bir sıvı akıyordu. Onlar ilerlemek için hareket ettikçe ışıldıyor ve şekil değiştiriyordu. Muhteşem bir hızla enstrüman sesinin kaynağına doğru gidiyorlardı.

Sonunda büyük bir mercan resifine vardılar. Kökleri derinlere uzanan bu mercan resifinin içini ve üzerini ahtapotu andıran bu canlılar kaplıyordu. Onlardan yayılan ışık sayesinde aydınlanan devasa su altı bitkisi, bu varlıklar için adeta bir saray görevi görüyordu.


Sesi takip etmeye devam etti, mercanın dibinden geldiğini düşünerek aşağı doğru yüzmeye başladı ve derinlere indi. Sonunda büyük bir deniz kabuğunun içine yerleşmiş iri ve parlak bir erkek gördü. Kollarının altında daha evvel hiç görmediği ve vurdukça ses çıkaran kabuklu canlılar vardı. O yaklaştıkça erkek, renk değiştirmeye ve kabarmaya başladı. Sonunda yerini başka bir ahtapota devrederek Seda’nın etrafında dolanmaya koyuldu. Bu muhteşem bir kur dansıydı. Baş döndürücü ve ilgisini başarılı bir şekilde gözler önüne seren…


Bu sırada birinin ona seslendiğini duyar gibi oldu. Uzaklarda kadının yankılanan sesiyle birlikte irkildi ve okyanusun lacivert karanlığına doğru çekilirken bağlı olduğu sandalyenin soğuk kollarında gözlerini yeniden açtı. Bu sırada sarışın kadın profesöre “Koordinatları alabildin mi?” diye soruyordu. Adam gözlerini ekranlardan ayırmadan adeta dünyanın en büyük keşfini yapmış gibi yanıt verdi. “Evet, başardım! Onu aynı yere geri gönderebiliriz. Hatta farklı koordinatlar uydurup keşif bile yapabiliriz.” Kadın kaygılanarak “Bu tehlikeli olmaz mı?” diye sordu. Bu soru üzerine adam ters bakışlarla ona dönerek “Teorik olarak evet. Sonuçta bunu yapmamızdaki sebep onu obruğa geri gönderebilmek ve taşı bulabilmek. Bunun için yapacağımız her deneme aynı tehlikede olacak.”


Seda aniden unuttuğu bir sorunun yanıtını bulmuş gibi hissetti. Bir yer hatırlıyordu… Muhteşem güzellikte ve dibinde cam gibi göl bulunan obruğu… Duvarın dibinde yatan bedenini ve alnında parlayan taşı. Ona dokunduğunu hatırlıyordu fakat sonrası bulanıktı. Net bir geçiş yoktu. Yine de bu taşın ve bu özel anın önemini farkındaydı. Demek bu insanlara sadece onu bir sandalyeye bağlamaları için değil, aynı zamanda zihninin ve ruhunun derinliklerine erişim izni vermişti… Neden?


Bu soru içinde yankılanırken korkmaya başladı. Uzaklaşmak istiyordu. Duygu karmaşası içinde zaman yavaşlarken hafiflediğini ve sandalyeden kurtulduğunu hissetti. Sakince ayağa kalktı ve önünde beliren tünele doğru yürüdü. İçeri adım atarken arkasına bakınca yansımasını sandalyede bağlı halde bıraktığını gördü. Sanki benliğinden sıyrılmış gibiydi. Bu sahneden uzaklaşırken artık sürüklenmiyor, bunun yerine zamanın içinde ağır adımlarla yürüyordu. O ilerledikçe ayaklarının altındaki peteklerde sahneler akıyor ve daha önce görmediği yenileri beliriyordu. Artık daha kontrollüydü, daha sakindi. Bu işi öğrenmişse benziyordu.


Sahi, sürüklenmeye başlayalı ne kadar zaman geçmişti? Zaman burada nasıl akıyordu? Dünyadaki yaşantısına geri dönmek istiyor muydu? Bir şekilde ölmediğine emindi ama ilerledikçe geçmişi hatırlamakta da zorlanıyordu. Hatta nasıl geri döneceğini artık bilmiyordu.

​​​​​​

Her varış noktası ardından sonunu daha fazla merak ediyordu. Tünel belli ki onu sona, hepsine yanıt bulacağı bir hedefe doğru götürüyordu. Bir şekilde her şey obrukla bağlantılıydı. İçgüdüleri oraya geri dönmesi gerektiğini söylese de bunu nasıl yapabileceğini henüz bilmiyordu. Taş ona ait önemli bir varlıktı ve kimsenin onu çalmasına izin vermek istemiyordu. Dahası, eğer kendisi taşa ulaşmayı başarırsa buradan kurtulabileceğine inanıyordu.


Bu sırada peteklerin içinde kırmızı renkli ve oyma desenli kapılar belirmeye başladı. Kapıların hepsi aynıydı, sanki bir tapınak girişini andırıyorlardı veya bir kilise. Ancak her biri farklı bir zaman dilimine aitmiş gibi duruyordu. Kimisi karlı, kimisi yıkık ve çürümüş, kimisi sisli… Aydınlık görünen bir tanesine doğru yöneldi ve dokunmak için elini uzattı.


Önce yüzünde çiçek kokan rüzgârı, ayağının altında çakıl taşlarını ve derinlerde serin toprağın dokusunu hissetti. Bir adamın ince sesinde kendini tekrar eden kelimelerden oluşan bir şarkı duydu. Hayatında hissetmediği kadar dingin ve güçlüydü. Zihni durgunlaştı ve çağrının geldiği yöne doğru baktı.

İlk kez gözlerini açtığında önce kendini renklerin olmadığı, sadece ışıktan çizgilerden oluşan bir yerde sandı. Bir süre sonra bu çizgilerin aynı iletken kablolardan akan elektrik gibi cisimleri sardığını fark etti. Gördüğü formlar etrafındaki canlılara aitti. Her canlı kablolar aracılığı ile birbirine bağlanıyordu. Biraz daha inceleyince bu formların dünyaya ait olduğunu anladı.


Tam önünde, ışık hüzmesi formunda şarkı söyleyen yaşlı bir adam oturuyordu. Alnının ortasında parlayan kırmızı bir alan vardı. Altından toprağa damar damar uzanan ışık yollarını ve içerisindeki akışın hareketini gördü. Bu yollar kendi köklerine ve kollarına kadar uzanıyordu. Kendini göremese de formunu farkındaydı. Daha önce hiç vücudunun her noktasını aynı anda hissetmemişti, saçlarında gezen kuşları ve karıncaları, yapraklarını besleyen gün ışığını ve çiçeklerine dolan özün kokusunu hissetti.


Bu sırada zihninde adamın sesini duydu “Seni görüyorum.” Bunu söylerken şarkısını mırıldanmayı sürdürüyordu. Sanki iki boyut arasında bir kanal açılmış gibiydi. Ona yanıt verdi “Ben de seni görüyorum. Alnında kırmızı bir işaret var.” Yaşlı adamın gülümsediğini hissetti. “Aynısından sende de var.” Demek taş bu evrende de onunlaydı ve yaşlı adam onu görebiliyordu. Ancak ağaç formunda ona ulaşması imkansızdı. “Ona ulaşamıyorum.” Bir süre sessizlik ardından yaşlı adam “Onu ne zaman fark ettin?” diye sorunca Seda obruğa gitmeden önce ne yaptığını hatırlamaya çalıştı. Sanki geçmiş yaşamı artık çok geride kalmış gibiydi. “Bilmiyorum.” Dedi. Bunun üzerine adam “Bu ağacın ruhunu tanıyorum, onun yanında büyüdüm. Onun yanında meditasyon yapıyorum çünkü o da beni tanıyor. Sen bir misafir misin?” diye sordu. Seda da “Öyleyim. Niyetim uzun kalmak değil.” Diye yanıt verdi. Bunun üzerine adam “Zamanın bir önemi yok.” Deyince Seda bunu neye dayanarak söylediğini sordu. Yaşlı adam tekar gülerek “Çünkü şu anda buradasın ve eminim öncesinde de başka bir formda başka bir varlıktın. Bu ağaç senin boyutlar arasında var olduğun bir bedenin olduğu için onu ziyaret edebiliyorsun. Daha önce başka bedenlerini ziyaret etmedin mi?” diye sordu. Bu doğruydu. Kendi bedenini ziyaret etmediği tek yer obruktu. Orada yaşadığı deneyim diğerleri gibi değildi.


Üzerinde deneyler yapmak istemelerinin sebebi de buydu. Taşa ulaşmak zamanın ve boyutların ötesine geçmek demekti.


Yaşlı adamın bahsettiğini şeyi yavaş yavaş anlıyordu. “Evet, daha önce de farklı yerlerde bulundum ancak taşı gördüğüm yere ulaşmak istiyorum. Hedefim oraya dönmek.” Yaşlı adam bunun üzerine iç geçirdi “Materyalist dünyada her şey birer semboldür. Ruhsal yolculuğumuzda bir amaca hizmet ederler. Zaten sana ait olan bir şeyi alamazsın veya amacının dışında hizmet etmesini bekleyemezsin.” Seda, taşın evrenler arasında yolculuk etmesini sağlayan bir araç olduğunu düşünmüştü ancak yaşlı adam ona bundan fazlası olduğunu söylüyordu.


Bu sırada şarkı bitti ve adam yavaşça ayağa kalktı. Seda ne olduğunu anlamaya çalışırken yaklaştı ve kalın gövdesine dokunarak ona selam verdi. Ardından sessizce oradan uzaklaştı.


Seda, serin toprağın içinde sessiz, hareketsiz ve düşünceli bir şekilde uzunca bir süre bekledi. Yaşlı adamın yeniden gelmesini ve ona yardım etmesini istiyordu. Onun sayesinde yeni yanıtlar bulmuştu. O beklerken elbette başka ziyaretçileri de oldu. Çoğunlukla insanlar ona dua etmeye geliyorlardı, dilekler diliyor veya şifa arıyorlardı. Kimi zaman kuşları, böcekleri dinliyor ve diğer ağaçlarla iletişim kuruyordu. Günleri, geceleri, sıcak ve soğuk mevsimleri bitirdi. Ruhu toprak ve canlıların ışıklarıyla yıkandı. Derinleşti ve yer kürenin içine uzandı, köklerinin ulaştığı her yeri keşfetti. Zaman bir ağaç için insana göre çok daha yavaş geçiyordu. Seda neredeyse taşı unutmaya başlamıştı. Her şeyi ona erişmek için yapıyordu aslında ama her yolculuğu onda bir şeyler değiştiriyordu.


Uzunca bir sürenin ardından bir bahar günü, yanına yaklaşan güçlü ışık gördü. Bu, geri gelen yaşlı adamın ta kendisiydi. Tam önünde bağdaş kuran adam bir şarkı mırıldanmaya başladı. Kısa bir süre sonra da “Değerli dostum, hala burada mısın?” diye derinlerden bir soru duydu. Hevesle “Evet, hala buradayım. Çok uzun zaman oldu.” diye yanıtladı. Adam da gülümseyerek “Doğru, tam 45 yıl oldu, yıllar senin için nasıl geçti?” diye sorunca Seda akan zaman karşısında çaresizlik ve korkuya kapıldı. “Bu imkânsız, 45 yıl geçmiş olamaz. Ben sadece birkaç ay diye düşünmüştüm.” Dedi. Adam bunun üzerine “Seninle tanıştığımızda çok yaşlı bir adamdım. Yeniden dünyaya gönderildim ve aydınlanma yolunu yeniden yürüdüm. İlginç bir tesadüf, bu kutsal dağı ve içinde bulunduğun 600 yıllık manastırı hiç unutmadım. Seni görmek için geri geldim.” Seda geçen bu uzun sürede neler olduğunu merak ediyordu. Eğer taşı bir başkası bulduysa, bu geri dönemeyeceği anlamına gelebilirdi. “Her şey için çok geç olmuş olabilir…” dedi. Adam da bunun üzerine “Eğer daha evvel yolculuk yaptıysan tekrar yapabilirsin ve bu durumda zamanın bir önemi kalmamış olmalı.” Sahi, geri dönmek bir yana bu bedenden nasıl ayrılacaktı? “Hiç uyumadığım ve kontrol edemediğim bir bedenden nasıl ayrılırım bilmiyorum.” Deyince Adam ona bildiği bazı yöntemleri öğretebileceğini söyledi. Seda adama minnet duysa da merak ediyordu, eğer bu bilgiye sahipse niçin hala bu boyutta, ölümlü bir bedende yaşıyordu?


Adam bilerek aydınlanmanın son evresine erişmeyi reddettiğini ve ruhlara rehberlim etmek üzere dünyada bulunduğunu söyledi. Seda yaşlı adam sayesinde üçüncü gözünü kullanmayı ve transa geçmeyi öğrendi. Artık yeniden yola koyulabilirdi ve taşı almak üzere geri dönebilirdi.

​​

 

Obruğa vardığında her şey bıraktığı gibiydi. Göl, suya uzanan çiçekli sarmaşıklar, güneşin gölde bıraktığı ışıltı ve kuşlar. Öylesine derin bir huzur ve dinginlik… Suda yüzdüğü an aklına geldi ve gölün kenarına yaklaştı. Yansımasını görünce önce gözlerine inanamadı, sonra elini alnındaki kan kırmızısı parlak taşın üzerinde gezdirdi. Demek bu obruğa ilk gelişinde kayaların dibinde karşılaştığı kişi gerçekten de kendisiydi. O zaman tüm taşlar yerine oturdu.


Demek son buydu, zaman döngüsü onu yeniden buraya getiriyordu. Bir süre düşündü. Geriye dönebildiğine göre bazı şeyleri değiştirebilirdi. Mesela deneylerden ve insanlardan uzak durabilir, dahası kendini sinir krizlerinden koruyabilirdi. Ancak bu yolculuğa çıkarsa, obruğa ilk kez geldiğinde kendiyle ve taşla hiç karşılaşmamış olacaktı. Taşla karşılaşmazsa farklı boyutları ziyaret edemeyecekti ve muhtemelen bambaşka bir döngü yaratmış olacaktı.


En doğru kararın içten içe beklemek olduğunu biliyordu yine de bir yanı korkuyordu. Belki ölmekten, yalnız kalmaktan veya hiç bilmediği bir evreye geçiş yapmaktan. Kalbinde tutunan bu duygu, sahip olduğu son insani dürtüydü. Hatırladığı Seda’dan geriye kalan bir tortu gibi.


Biraz yürüdü ve kayaların arasında kendiyle karşılaştığı yere vardı. Mor kandil çiçeklerinin arasında gördüğü siması gözlerinin önüne geldi. Oturdu ve yaşlı adamın ona öğrettiği gibi konsantre oldu. Gözlerini kapadı ve başka bir yol bulmak için iç dünyasına yöneldi.


Yeniden gözlerini açtığında önünde uzanan gölün üzerinde yürüyen birini gördü. Bu ince, soluk teni griye çalan, beyaz saçları topuklarına kadar uzanan varlık, insan formunu andırsa da dünya dışı bir canlıya benziyordu. Cinsiyetini anlamak pek mümkün değildi. Gözlerinin olduğu bölgede derisine gömülmüş yeşilin tonlarında pek çok küçük taş vardı. Ağzı mercan kırmızısıydı ve kulaklarının yerinde solungaç benzeri yarıklar vardı. Varlık ona sakince “Hoş geldin.” dedi. Yanına varmak üzereydi. Bir duygu sanki daha evvel tanıştıkları izlenimini veriyordu, belki de başka bir evrende karşılaşmışlardı. Büyük boşlukları dolduramayan zihni, içini korku ve şüphe ile kaplıyordu. Yine de karşılıklı oturup yüz yüze bakana kadar sakince bekledi. Varlığın dev elleri, ağzı gibi mercan kırmızısı parmakları Seda’nın yüzüne yaklaştı. Yosun ve tuz kokusunu alabiliyordu.


Sonunda alnının ortasına dokunduğunda tüm anılarını Seda’ya geri verdi. Bu bir sonsuzluk kadar uzun, başı sonu ve ortası olmayan bir akış gibiydi.

Varlık üstün ve kutsal bir ırktandı, kendini milyonlarca yıldır bu gölün ruhu olarak tanıyordu, ruhsal gücüne karşılık bir o kadar da kırılgandı. Onu yeni bir evrene davet etmek için gelmişti. Bu boyutu ancak ona en mutlu anlarının yaşattığı duygu ile tanımlayabiliyordu. Geride bıraktığı hiçbir şeyi bununla kıyaslayamıyordu, sevgi hariç. Ne kadar muhteşem olsa da esas önemlisi, bu yolun dönüşünün olmamasıydı. Seda başka bir yol olmadığını ve bunun en güzel şansı olduğunu biliyordu.


Varlık ayağa kalktı ve onu kucakladı. Onun uzun kolları arasında küçük bir çocuk gibi kıvrılmış göle doğru giderken korkmuyordu. Ayaklarının yeryüzü ile bağlantısı kesildiğinde bu sanki dünyevi alemden bir kopuş gibiydi. Bedenini kumsalda kayaların arasında bırakmıştı. Gölün ruhu onu doğru zaman gelene kadar çiçeklerinin ve soğuk kayalarının arasında muhafaza edecekti. Artık bir sonraki evre için hazırdı.


Bir döngüyü terk ediyordu belki ama önünde uzanan yeni aşamalar ve keşifler onu bekliyordu…


Gözlerini açtı, pilot inişe geçtiklerini anons ederken Seda çok derin bir uykudan uyanıyordu. Uçağın arka kısmından çığlık ve ağlama sesleri geliyordu. Hızlı adımlarla yaklaşan hostes pencereyi açtı ve kaygılı bir bakışla “iyi misiniz hanımefendi?” Diye sorunca bir terslik olduğunu anladı. Yanındaki adam ağlıyordu. Diğerleri ise derin bir uykudaydı. Hostes arka kısımdaki pencereleri de açtıktan sonra Seda’ya su getirdi. Ona açıklama yapmak için eğildi ve korku dolu gözlerle cümlelerini toparlamaya çalıştı. “Bir felaket yaşandı. Uyuyan insanların bir kısmı uyanmıyor ancak merak etmeyin, pilotlarımız uçağı indirebilecek durumda. Az sonra iniş yapacağız. Karada da durum pek iyi görünmüyor, çalışanların bir kısmı evine gönderildi. İndikten sonra mutlaka komutlarımızı takip etmelisiniz. Şimdi yerinizden ayrılmayın olur mu?”



 

Comments


bottom of page